Aziz Nesin’in yolu Levent’ten de geçmişti…
Yazan: Erol Kuntsal
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamının 29. yılı dolayısıyla değerli yazarımız Aziz Nesin’i (D. 20 Aralık 1915 Heybeliada, İstanbul – Ö. 6 Temmuz 1995 Alaçatı, Çeşme, İzmir) bir kere daha andık. 6 Temmuz 2022 ise onun 27. ölüm yıldönümüydü.
Pek çok ünlü gibi hayatının bir döneminde onun da yolu Levent’ten geçmişti ve yazmakta olduğum Levent Kitabı’nın bir bölümünü de Aziz Nesin’e ayırmıştım.
Hakkında pek çok yazı ve kitap yayınlanmış olsa da, bazıları pek bilinmeyen yönlerini kısaca yazmak ve böylece bir defa daha anmak istedim.
Levent’teki kitapçı dükkanı
1. Levent Çarşısı, önlerinde kemerli bir yol bulunan sıralı dükkanlarıyla eski görünümünü bugün de koruyor.
Aziz Nesin, hayatının en zor günlerini yaşadığı 1953 yılında, çoğu boş olan çarşıdaki dükkanlardan 10 numaralı olanında Oluş Kitabevi adlı, semtin ilk kitap, kırtasiye, gazete ve dergi dükkanını açmıştı. Günlük gazeteleri ana dağıtıcılardan bizzat alıyor, masraf olmasın diye kendisi getiriyor ve kendisi dağıtıyordu. Kitap ve kırtasiye satışıyla geçinemeyeceğini anlayınca gazete dağıtımına ağırlık vermiş ama bu da dükkanın masraflarını karşılamayınca büyük bir hevesle başladığı işten vazgeçmek zorunda kalmıştı.
O yılları anılarında şöyle anlatıyor: “1953-54 yıllarında, iki küçük çocuğumu geçindirebilmek için, babamın bizi geçindirmek için eşekle zerzevat sattığı durumdan çok daha aşağı düzeylerde işler yapmak zorunda kalmıştım. Bu işlerden biri gazete satıcılığıydı. Daha gün doğmadan Cağaloğlu’na gidip gazeteleri bayiden alır, Levent’e dek taşır, evlere dağıtırdım. 38 yaşımdaydım, üstelik yüksek öğrenim görmüş, subaylık ve yazarlık yapmış biriydim.”
O yıllarda ilk kitabını yayınlamaya çalışıyordu. “Geçinebilmek için bir küçücük kitap çıkarmayı tasarladım. Başvurduğum yayıncıların hiçbiri bu kitabımı yayımlamak istemedi. Kendim yayımlayabilmem için de param yoktu. Babıâli’de kâğıt alışverişi de yapan hamallardan birinden krediyle kâğıt aldım. Bir basımevinde de yine krediyle kitabımı dizdirtip bastırdım. Ressama para veremeyeceğim için kapak resmini de kendim yaptım. Ucuz olması için, kapak kötü bir kâğıda iki renkli olarak basıldı. Bu benim ilk öykü kitabımdı. Hiç satılmadı. Basımevine olan borcumu başka yerden borç alarak ödedim. Kâğıtçının borcunu ödeyemedim. Kâğıtçı benden alacağına karşılık, fiyatı 50 kuruş olan kitapları basılı kâğıt fiyatına okkayla tartıp kiloyla aldı, işportaya, sergicilere verdi. ‘Geriye Kalan’ adlı bu ilk kitabım aylarca sokak sergilerinde, kaldırımlarda, toz toprak, çamur içinde sürüklendi durdu.”
10 numaralı dükkanın yerinde bugün Yeni Eczane var. Beşiktaş Belediyesi birkaç yıl önce eczanenin dış duvarına, Aziz Nesin’in Oluş Kitabevi’ni orada açtığını yazan bir plaket koydu.
Aynı yıllarda çarşıdaki 6 numaralı dükkanda emlak komisyonculuğu yapan rahmetli komşumuz Halil Oyman’ın bana anlattığına göre, her zaman dükkanın köşesindeki bir masada oturur, durmadan yazı yazar ve gelenler bir şey istediklerinde “Şuradaki rafta var, oradan alabilirsiniz” derdi.
1953 yılından 1995 yılındaki ölümüne kadar 42 yıl içinde yazdığı 110 kitabın yayın yıllara baktığımda 34 adedinin, yani yaklaşık üçte birinin 1954-1960 yılları arasında olduğunu gördüm. Üstelik bu kitapları en tanınan ve en çok okunan kitapları arasındalar. Bu durumda, kitaplarının önemli bir bölümünü ve en tanınmışlarını bu yıllarda ve muhtemelen Levent’teki bu dükkanda yazmış veya hazırlıklarını yapmış olduğunu düşünüyorum.
Adı, ailesi, evlilikleri ve çocukları
Aziz Nesin’in asıl adı Mehmet Nusret’tir. Kendi kaleminden adının öyküsü şöyle: “Yıl 1915, Çanakkale Savaşının en kızgın, en civcivli zamanı. Nusret, ‘yardım, Tanrı yardımı, başarı, üstünlük’ anlamına geliyor. Tanrı yardım etsin de Çanakkale Savaşı’nı kazanalım diye, böyle bir dilekle adımı Nusret koyuyorlar. Mehmet de dedemin adı.”
Doğumundan 8 ay önce 18 Mart 1915’de Çanakkale Savaşı olmuştu. Savaşın unutulmayan gemilerinden biri de Nusret mayın gemisiydi ve savaşın kaderinin değişmesinde önemli bir rolü vardı.
Yine kendi kaleminden soyadının öyküsü şöyle: “1934 yılında soyadı kanunu çıktı. Herkes kendisine soyadını kendi seçtiği için, insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri ‘eli açık’, dünyanın en korkakları ‘yürekli’, dünyanın en tembelleri ‘çalışkan’ gibi soy adları aldılar. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için, soyadı yağmasında da hep sona kaldım. Bana ortada böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından, kendime ‘Nesin’ soyadını aldım. Herkes ‘Nesin’ diye çağırdıkça, ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.”
Annesi Hanife Hanım (doğumu 1900 yılı civarı-ölümü 1926), Ordu'nun Perşembe ilçesinde doğdu. Ordu’da görevli Deniz Binbaşısı Salim Bey ve ailesine evlatlık olarak verildi, 13’ünde kendisinden 22 yaş büyük Abdülaziz Efendi ile evlendirildi. İlk çocuğu yaşamadı, 15’inde Mehmet Nusret'i doğurdu. Ondan birkaç yıl sonra üç yaşında ölecek bir kız çocuğu daha doğurdu ve 26 yaşında veremden öldü.
Aziz Nesin, “Annemin Anısına” adlı şiirini 1965'te, Taşkent'ten Moskova'ya giderken uçakta yazdı:
“Bütün anneler annelerin en güzeli / Sen en güzellerin güzeli / On üçünde evlendin / On beşinde beni doğurdun / Yirmi altı yaşındaydın / Yaşamadan öldün / Sevgi taşan bu yüreği sana borçluyum / Bir resmin bile yok bende / Fotoğraf çektirmek günahtı / Ne sinema seyrettin ne tiyatro / Elektrik havagazı su soba / Ve karyola bile yoktu evinde / Denize giremedin / Okuma yazma bilmedin / Güzel gözlerin / Kara peçenin arkasından baktı dünyaya / Yirmi altı yaşındayken / Yaşamadan öldün / Anneler artık yaşamadan ölmeyecek / Böyle gelmiş / Ama böyle gitmeyecek.”
Babası Abdülaziz Efendi (doğumu 1878-82 arası, ölümü 1961), Giresun'un Şebinkarahisar ilçesine bağlı Gölve köyünde köy imamının oğlu olarak doğdu. İstanbul'a gelip birçok işte çalıştıktan sonra Heybeliada’daki Bahriye Mektebinde önce bahçıvanbaşı, sonra iaşe memuru oldu. Okuldaki bir binbaşı, eşinin evlatlık olarak verildiği ailenin reisiydi. Babası için yazdığı “Babam” adlı şiirden kısa bir süre sonra Abdülaziz Efendi soğuk algınlığından öldü.
“Dünyaların en iyi babası benim babamdır / Düşmandır düşüncelerimiz / Dosttur ellerimiz / Dünyada tek elini öptüğüm / Babamdır / Kırkını geçtin adam olmadın der / Başım önünde dinlerim / Önünde tek baş eğdiğim babamdır / Sabahlara dek Kuran okur / Anamın ruhuna / İnanır ona kavuşacağına / Bana gavur der / Diş bilemeden / Dünyada tek bağışladığı ben / Tek bağışladığım odur / Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma / Bir türlü ölemiyorum der senin yüzünden / Çocuklar ortada kalacak / Ölemez kahrımdan benim / Yaşamak zorunda benim yüzümden / Gözlerindeki ateş bakışlarında söner / Tuttuğun altın olsun der / Çocukluğumu tek anlayan odur / Dünyaların en iyi babası benim babamdır.”
Vedia Nesin (1939–1948) ve Meral Çelen (1956–1967) ile iki evliliği oldu. İlk eşinden Oya Nesin (1940) ve Ateş Nesin (1942), ikinci eşinden Hüseyin Ali Nesin (1956) ve Ahmet Nesin (1957) adlı dört çocuğu oldu.
Kısa hayat hikayesi
Aziz Nesin’in yaşam öyküsünü kısaca yazmak mümkün değil, biliyorum. Ama yine de yıllar ve satır başları itibarı ile yazmaya çalışacağım.
Hayatını üç alt başlık halinde özetleyeceğim: (1) Çocukluk ve ilk gençlik. (2) Askeri okul ve askerlik. (3) Sivil hayat.
Çocukluk ve ilk gençlik (1915-1929)
20 Aralık 1915'de İstanbul Heybeliada'da doğdu.
1920’de, babasının mahalledeki arkadaşı Galip Amca’dan okuma yazma öğrendi, kaligrafi, Arapça, Fransızca ve Matematik dersleri aldı. Galip Amca, din konularında olduğu kadar diğer ilimlerde de bilgi sahibi, çevresinden saygı gören bir kişiydi.
1921’de mahalle mektebinde Kuran sureleri ezberledi.
1923’de hafız oldu.
1925'de İstanbul Süleymaniye'de Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3. sınıfına başladı. Bu okullara Mahalle Mektebi deniliyordu. Babası dini eğitim almasını, annesi doktor olmasını istiyordu. Orada dini eğitim aldı. Kuran okumayı öğrendi.
1926-1927 ders yılında Darüşşafaka’nın ilkokul 4. sınıfına başladı. Sadece babası ölmüş çocukların alındığı bu okulda bulunmayı, babasının uzun bir seyahatten geri dönmesi sebebiyle kendine yediremedi. Babasının dönüş hikayesini Darüşşafaka’ya girişi başlıklı bölümde okuyacaksınız. Dersleri çok iyi olmasına ve okulu da çok sevmesine rağmen devam etmedi ve 5. sınıfta devamsızlıktan okuldan atıldı.
1928’de yaşıtlarına göre çok daha bilgili olduğu için Cağaloğlu’ndaki Vefa Ortaokulu’nun 6. sınıfına alındı ama Heybeliada’dan Cağaloğlu’na her gün gelemediği için notları iyi olduğu halde devamsızlıktan sınıfta kaldı. O sırada Akçakoca’da bulunan babasının arkadaşı Galip Amca’sının yanına gitti, onun yardımı ile Akçakoca ilkokulunda yeterlilik sınavına girdi ve ilkokul diploması aldı.
1929’da Heybeliada’dan İstanbul’a Çapa’da bir eve taşındılar. Davutpaşa Ortaokulu’nun 6. sınıfına başladı ve sınıf birincisi oldu.
Askeri okul ve askerlik (1930-1945)
1930’da Çengelköy’deki Kuleli Askeri Okulu’na 7. sınıf talebesi olarak girdi.
1932’de Kuleli Askeri Ortaokulu’nu bitirdi ve yine sınıf birincisi oldu. Yabancı dil dışında bütün dersleri “Pekiyi” idi. Kurmay olmak ve General olmak istiyordu.
1935'de Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirip Kara Harp Okulu'na geçti.
1937'de Ankara'da Kara Harp Okulu’nu ikincilikle bitirip Yar Subay olarak mezun oldu. Yar subay, o yıllarda asteğmenlikten önce gelen ilk subay rütbesiydi.
1938’de teğmen oldu ve ilk eşi Vedia Hanım ile nişanlandı.
1939'da Maçka Askeri Fen Tatbikat Okulunda ihtisas yaptı. Bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Doğu Süsleme Bölümünü birincilikle kazanıp minyatür, tezhip, hat, çinicilik ve ciltçilik dersleri aldı. Aynı zamanda resim çalıştı.
1941’de üsteğmen oldu. II. Dünya Savaşı yıllarında iki yıl Trakya'da çadırlı ordugahta görev yaptı.
1942'de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı'na atandı. Bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılan ordu cephaneliğinin boşaltılmasıyla görevlendirildi.
1944'te Ankara'da Kara Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı. Aynı yıl Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirildi.
1945’te Üsteğmen rütbesindeyken "görev ve yetkisini kötüye kullandığı" suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı. Bunun için gösterilen başlıca üç sebep vardı: (1) Savaş yıllarında, Kars'taki bölüğünün tahliyesi sırasında yolda karşılaştığı köylülerin askerden erzak istemesi üzerine, asker tayınının bir bölümünü köylülere dağıtmıştı. (2) Savaş yüzünden izinlerin kaldırılmasına karşın, iki ere acıyarak verdiği memleket izni sebebiyle soruşturmaya uğramıştı. (3) Takma adlarla gazete ve dergilere şiirler ve yazılar gönderiyordu. Adı deşifre olunca askeri istihbarat tarafından takibe alınmıştı. 1940’lı yılların Babıali’sini anlatırken şöyle diyor: “1940-43 yıllan arasında Kars’ta bulunuyordum. Askerdeyken de şiir ve öyküler yazardım. Ama askerlerin yazı yazmaları pek iyi karşılanmadığı için, Aziz Nesin takma adını kullandım. Öykülerimi Aziz Nesin adıyla, şiirlerimi Vedia Nesin adıyla yayımlıyordum.”
Açılan soruşturma sonunda askeri mahkeme kararıyla, 15 yıldır mensubu olduğu ordudan atıldı. Kararı temyiz etmedi. Hak ettiği emeklilik maaşını reddetti.
Sivil hayat (1946-1995)
1945’te hayatının en zor günleri başladı. İlk yıllarda bakkallık ve muhasebecilik yaptı. Aynı yıl Karagöz gazetesinde ve Sedat Simavi’nin çıkardığı Yedigün dergisinde, yazarlık ve redaktörlük (başkalarının yazılarını gözden geçirerek düzelten), Tan gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 4 Aralık 1945'te Tan gazetesini yakıldı. Bu arada haftalık bir magazin dergisi çıkarmak istedi. Adından Vatan gazetesinde çalışmaya başladı.
1946’da Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa adlı mizah gazetesini çıkardı. Gazete, politikacıları sözünü esirgemeden eleştiriyordu ve çok büyük ilgi gördü. Satışları 60 bine ulaştı. O yıllarda en büyük gazetenin satışı 40 bin adetti. Ancak davalar ve suçlamalar yazarlarına çok zor günler yaşattı. Gazete kapatıldıktan sonra Malum Paşa, Merhum Paşa, Ali Baba, Bizim Paşa, Hür Marko Paşa, 7-8 Paşa ve Medet adlarını alarak 1950’li yıllara kadar yayınına devam etti.
1947’de Truman Doktrinini eleştiren, Amerika’nın bu doktrin gereğince Türkiye’ye vereceği borç parayı almamasını, bu borcun kısa bir süre sonra bir sömürme-sömürülme ilişkisine dönüşeceğini anlatan bir broşür hazırladı. Söz konusu broşür dizilip basılmış, fakat dağıtılmamıştı. Polisler broşürü matbaadan topluca aldılar ve broşürdeki "Nereye Gidiyoruz?" adlı yazısı nedeniyle 10 ay ağır hapis cezası aldı ve 3 ay 10 gün de Bursa'ya sürgün edilerek gözaltında tutuldu.
1948'de ikinci kitabı olan "Azizname" adlı taşlama kitabını çıkardı. Bu kitap için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda aklandı.
1949'da İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk, elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiası ile dava açtılar. 6 ay hapse mahkum edildi ve ceza infaz edildi.
1951’de hapisten çıktı ama Babıali’de hiçbir gazetede iş bulamadı.
1952'de İstanbul'da inşa edilen 1. Levent'te bir dükkan kiralayarak Oluş Kitabevi'ni açtı. Sabahları Levent'teki evlere gazete dağıtıyordu. Ancak, iki küçük çocuğu olduğu ve ailesinin geçimini kitabevinden sağlayamayınca dükkanı kapattı.
1953'de Beyoğlu Bursa Sokak'taki bir han odasında bir ortakla Paradi Fotoğraf Stüdyosu'nu kurdu.
1954'te Akbaba dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başladı. Yazım hayatında iki yüze yakın takma ad kullandı. O kadar çok yazı yazıyordu ki derginin sahibi Yusuf Ziya Ortaç ona “Rotatif” diyordu.
1955'de İstanbul’da çıkan 6-7 Eylül olaylarında, suçlu aranmaya başlandı. Demokrat Parti iktidarı olayların bir "Komünist komplosu" olduğunu iddia ederek aralarında Aziz Nesin'in de olduğu, 100'e yakın kişiyi tutuklattı. Olaylarla hiçbir ilgisi yoktu, ama gerekçe olmaksızın 9 ay cezaevinde yattı. Aynı yıl Halil Lütfü Dördüncü'nün çıkardığı Yeni Gazete’de köşe yazarlığına başladı ve ilk kitabını Aziz Nesin adı ile yayınladı.
1956'da İtalya'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında "Kazan Töreni" adlı öyküsüyle birincilik ödülü olan Altın Palmiye'yi kazandı.
1957’de aynı yarışmada, aynı ödülü "Fil Hamdi" adlı öyküsüyle ikinci kez kazandı. Kazandığı ilk Altın Palmiye'yi, 1960’da halktan toplanan yardımlar sebebiyle hazineye bağışladı.
1961'de Tanin Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı. Gazetenin çıkışı olay oldu. Kısa sürede tirajı 40 bine ulaştı. Aynı yıl Zübük adlı haftalık gülmece gazetesini yayınlamaya başladı.
1962'de sahibi bulunduğu Düşün Yayınevi, anlaşılamayan bir nedenle bir gece yandı.
1965’de elli yaşındayken ilk kez pasaport alabildi ve yurtdışına çıktı. Berlin ve Weimar Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na davetli olarak katıldı. Altı ay süren bu ilk yurtdışı gezisinde Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti.
1966'da Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi "Vatani Vazife" adlı öyküsüyle kazandı.
1968'de Milliyet Gazetesi'nin açtığı yarışmada "Üç Karagöz" oyunuyla birinci oldu.
1969'da Moskova'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında "İnsanlar Uyanıyor" adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülünü, 1970'de "Çiçu" adlı oyunuyla Türk Dil Kurumu'nun oyun ödülünü kazandı.
1972'de kimsesiz çocuklar için Nesin Vakfı'nı kurdu.
1974'de Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin Lotus ödülünü kazanandı ve Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı.
1976'da Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinci oldu.
1977'de Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı seçildi.
1978'de "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" adlı romanıyla “Madaralı Roman” ödülünü kazandı.
1982’de Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından bir ay tedavi gördü.
1983'de ABD'nde Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrıldı ancak pasaportu geri alındığı için katılamadı.
20 Aralık 1984'de Şan Sinemasında 70. doğum günü töreni yapıldı. Aynı yıl Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu.
1985'de İngiltere'de PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi. TÜYAP'ın düzenlediği "Halkın Seçtiği Yılın Yazarı" ödülünü aldı.
1989'da Demokrasi Kurultayı’nın toplanmasında etkin görev aldı ve oluşturulan Demokrasi İzleme Komitesi’nin iki başkanından biri oldu. Aynı yıl, Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen Tolstoy Altın Madalyası’nı aldı.
2 Temmuz 1993'de Pir Sultan Abdal etkinlikleri için Sivas'a gitti. 37 aydının yaşamını yitirdiği Madımak Oteli katliamından kurtuldu.
5 Temmuz 1995'te söyleşi ve imza günü için gittiği Alaçatı’da 5 Temmuz'u 6 Temmuz'a bağlayan gece sabaha karşı 80 yaşında iken geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
7 Temmuz 1995'te vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca'daki Nesin Vakfı’nın bahçesine gömüldü.
Babam ve Aziz Nesin
Aziz Nesin, gerçek anlamda öğrenim hayatına 1926-1927 ders yılında Darüşşafaka’da başladı. 1873’de kurulan Darüşşafaka’ya babası ölmüş ve ailesinin kendisini okutma imkanı olmayan yetenekli çocuklar alınmaktaydı. Oraya, babası Balkan Harbi Şehidi olan ve ilkokulun ilk üç sınıfını Darüleytam’da okuyan babam ile aynı yıl girmiş ve ilkokulun dördüncü sınıfından itibaren aynı sınıfta okumuşlardı. Aynı yıl Kuleli Askeri Lisesi’ne girmişler, Kara Harp Okulu’na geçmişler ve 1937 yılında aynı yıl mezun olmuşlardı.
Babamla 1960'lı yıllarda mektuplaşıyorlardı. Aziz Nesin, Darüşşafaka’ya kaydolmanın çok zor ama çok da anlamlı olduğu konusunda, 8 Mayıs 1961 tarihli Tanin Gazetesindeki “Az Gittik Uz Gittik” adlı köşesinde “Boş Çekenler” başlığı ile bir köşe yazısı yazmıştı. Babamın kesip sakladığı bu gazete kupürü şimdi bende. Yazının son bölümü şöyle:
“Ya boş çekenler? Hiç onları unutamıyorum. Boş çekenler hep aklımda. 1926’da Darüşşafaka’nın giriş sınavını biz 150 çocuk kazanmıştık. Aklımda kaldığına göre okula 30 çocuk alacaklardı. Bahçede, merdiven dibinde kura çekiliyordu. Çocuklar gelip, elini torbaya sokuyor; Boş! Boş! Boş! Boş çekenler, boynu bükük, küskün, dargın dönüp gidiyorlardı, ağlıyorlardı. İlk doluyu ben çekmiştim. Şimdi düşünüyorum, acı acı düşünüyorum, ya boş çekseydim? Okur, yazar bile olamazdım, şimdi yoktum. Bütün bir hayat, bir kağıdın üstünde ‘boş’ ya da ‘dolu’ yazılı olmasına bağlı. Boş çeken çocuklar ne oldular, neredeler? Evet, boş çekenler, bugün de boş çekip boynu bükülü ağlayanlar? Hep, hep, hep onları düşünüyoruz, düşünmeliyiz. Bizim kalemimizin yönünü, hayatımız çizmiştir; ondan böyle acı, keskin, buruk, gözyaşlı, hatta mizahımız bile...”
Babamdan kalan, 1935 yılı Kuleli Askeri Lisesi Mezunları için hazırlanan mükemmel bir yıllık var. O yılın imkanlarına göre dikkatle ve özenle hazırlandığı anlaşılıyor. Bugün bile bu kalitede bir yıllık hazırlandığını tahmin etmiyorum. Şimdi bende olan bu yıllıkta, 850 numaralı numaralı Aziz Nesin’in (o zamanki adı ile Nusret’in) ve 1011 numaralı babamın fotoğrafları var.
Yıllıktaki fotoğrafının bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmadığını gördüm. Sanıyorum ilk defa ben yayınlamış ve Aziz Nesin külliyatına hediye etmiş olacağım. Fotoğrafı yazımın sunundaki “Fotoğraflar” bölümünde görebilirsiniz.
Darüşşafaka’ya girişi
Aziz Nesin “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” adlı özyaşam öyküsü kitabında, Darüşşafaka’ya girdiği günleri şöyle anlatıyor:
“… Babamın nerde olduğunu bilmiyorduk, ondan hiç haber alamıyorduk. Annemin en büyük üzüntüsü benim nasıl okuyacağımdı. Dördüncü sınıfa geçmiştim. Ama annemin beni Ada’daki ilkokula gönderecek gücü yoktu. [...] Beni parasız yatılı bir okula vermeyi düşündüler. Ama ilk okulu bitirmeyen öğrenciler için böyle bir okul yoktu. Yalnız Darüşşafaka vardı. Darüşşafaka, dördüncü sınıfa yarışma sınavıyla parasız yatılı öğrenci alıyordu. [...] Ama Darüşşafaka’ya yalnız babasız çocuklar alınıyordu. Oysa benim babam vardı. Vardı ama, neredeydi? Belki o gün, belki birkaç ay sonra babam çıkıp gelecekti bir yerlerden. Heybeliada imamı ve mahalle muhtarı Şevket Efendi’den Mehmet Nusret’in babasız olduğunu belirten bir belge rica edildi. Şevket Efendi, ya Binbaşı Salim Bey’in çok iyiliklerini görmüş ya babamı çok seven biri ya da çok merhametli bir insan olacak ki, o ilmühaberi yazdı, altını mühürledi, imzaladı, bana verdi. İmam Şevket Efendi’nin mühürleyip bana verdiği ilmühaberde, babam ölmüş diye yazılı değildi, yalnızca "Mehmet Nusret’in babası bulunmadığı" yazılıydı. [...] Şevket Efendi [...] o kâğıdı vermemiş olsaydı, ben şimdi bu satırların yazarı olamayacaktım, bugünkü kişiliğimi kazanamayacak, dahası ilkokulu bitirmek olanağım bile olmayacaktı. [...] Elime, pullu, mühürlü böyle bir ilmühaberi verdiği zaman hiç sevinmedim, üstelik yüksündüm, yadırgadım da. Babasız olmak, yaşayan babamı bulunmuyor, bir anlama ölü göstermek, bana çok dokunmuştu. Bunda ne Salim Bey’i ne de Şevket Efendi’yi suçlu buluyordum; kendimi suçlu göstermekteydim. Çocuk yaşımda bana bu, işlediğim bir cinayet gibi geldi; yatılı okula girebilmek çıkarım uğruna sanki babamı öldürmüştüm, öylesine çok sevdiğim babamı. Şevket Efendi ilmühaberi bana verip evinin kapısını kapadığı zaman, kendimi tutamayıp ağlamaya başladım, hemen yukarda çamlığa koştum. Ağlamak için en iyi yer, kimsenin göremeyeceği çamlıktır, sık çamların arası. [...] Bu suçluluk duygusu beni uzun zaman etkiledi; o duygudan kurtulabilmek için çok uğraştım. Vesikalık resimler, nüfus kâğıdım, ilmühaber, dilekçe, pul. Darüşşafaka’ya giriş belgelerim tamamlanmıştı. […] Belgelerimi verdik, sıra numarası aldık. Bu numarayla yarışma sınavına katılacağım. Yarışma sınavının da nasıl olduğunu, neler sorulduğunu şimdi hiç ansıyamıyorum; hepsi kafamdan silinmiş. Yalnız yüzü belleğimden hiç, ama hiç silinmeyen bir çocuk var. Yarışma sınavına gelmiş olanlar arasından, yalnız o çocukla arkadaş olmuştum. Adını bile bilmiyorum şimdi. Sınav birkaç gün sürmüştü. Ben her sabah erkenden Heybeliada’dan gelip sınava yetişiyordum. O çocuk da uzak bir yerden geliyordu. Onunla arkadaş olmamızın nedeni, onun da benim de sınav için Darüşşafaka’ya yalnız başımıza gelmemizdi. Öbür çocukları ya anneleri ya teyzeleri, kadınlar ellerinden tutup getiriyordu. Bizi getirecek kimsemiz yoktu. Hasta annem, her gün Heybeliada’dan gelemezdi. Bu kimsesizlik bizi birbirimize yaklaştırmış olacak. [...] Sabahki sınavla öğleden sonraki sınav arasında boştuk, bu arada, sokaklarda geziyorduk onunla. Öbür çocukları anneleri alıp götürüyor, yemekten sonra yine getiriyorlardı. Ben o öğleleri simit alırdım. O çocuğun parası vardı, kendisine her aldığından bana ısmarlardı. Çok iyi ansıyorum, biraz çikolata almış, yarısını da bana vermişti. Bir gün de beni bir muhallebiciye götürmüş, kendisine de bana da aşure ısmarlamıştı. Tuzlu fıstık, leblebi, kabak çekirdeği de aldığını ansıyorum. Ne alsa benimle yarı yarıya bölüşürdü. Ben de yemiş almak, ona da vermek isterdim. Yetecek param da vardı. Ama alamazdım bir türlü, alışmamıştım para harcamaya. Korkardım parasız kalıp da Ada’ya dönemeyeceğim diye. Her sınavdan sonra sınavının iyi geçtiğini söylerdi. Bir konuşmamızı hiç unutamıyorum. “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sormuştu. “Eskiden doktor olmayı istiyordum ama” demiştim, “şimdi artık ressam olmak istiyorum.” “Ne tuhaf” demişti, “ben de doktor olacağım büyüyünce. İyi işte, ikimizde doktor oluruz.” Sanki birbirimizden hiç ayrılmayacakmışız gibiydik; bütün yaşamımız boyunca birlikte olacaktık. Arkadaşlığımız sürüp gidecekti. “Ama ben ressam olmak istiyorum” demiştim. “İyi ya” demişti, “hem doktor hem de ressam olursun. İkisi birden olunabilir.” “Olunur demek?” “Tabii. Doktor olursan, resim de yaparsın.” Ne hayaller kuruyorduk. Sınav sonuçlarının ilan edileceği sabah çok heyecanlıydık. Galiba sınava giren üç yüz çocuktan sekseni kazanmıştı sınavı. Biz ikimiz kazananlardandık. Sevinçten birbirimizin boynuna sarılıp öpüştük. O gün daha çok yemiş almıştı. Daha çok hayaller kurmuştuk. Sınavı kazanan seksen çocuktan ancak otuzu okula alınacaktı. Bu seksen çocuk arasından kura çekilecekti. Kura günü okula geldik. Bahçede, soldaki mermer basamaklı merdivenin altına toplanmıştık. Oraya bir masa koymuşlardı. Masanın üstünde iki torba vardı. Torbanın birinden bir öğretmen, bize verilen sıra numaralarını çekiyordu. Numarası çekilen çocuk, gidip öbür torbadan kendi eliyle kurasını çekiyordu. “Boş, Boş, Boş.” Boş çeken çocuklar ya başları önünde ya ağlayarak dönüp gidiyorlardı. Ben gülüyordum, sevinçliydim. Şaşılası bir şey, boş çekeceğim hiç aklıma gelmiyor, şansıma güveniyordum; kesinlikle dolu çekecektim, böyle geliyordu bana. Arka arkaya ya on yedi ya on dokuz çocuk boş çekti. Sonra benim numaram okundu. Büyük bir güvenle torbaya elimi daldırdım. “Dolu.” O kurada ilk kazanan bendim. Arkadaşım yanımdaydı, boynuma sarıldı. Sonlara doğru sıra ona geldi. Kurayı çekti torbadan: “Boş.” Hemen dönüp yürüdü, hiç durmadı orada. Seslendim, dönüp bakmadı. Arkasından koştum. O da hızlandı. Yüksek sesle adını bağırdım, yine dönüp bakmadı. Köşeyi dönmüştü. Koşmadım artık, seslenemedim de. Biliyordum ağladığını. Bakmadan, onun gözyaşlarını görüyordum. O çocuk ne oldu, okuyabildi mi?”
Mizah Anlayışı
Gazeteci Zeynep Oral'ın Milliyet Sanat Dergisi için yaptığı röportajda; mizahı şöyle tanımlamıştı: “Genellikle yoksunluk ve yoksulluk yaşamından gelen bir kızgınlık, öfke, bir hınç alma biçimidir mizah. Her zorluk, her acı çeken ille de mizahçı olmaz elbet, ama bu ağır koşullar kişinin mizahçı yeteneğini geliştirir. Mizahçının yetişmesi için gerekli bireysel koşuldan da anlaşılacağı üzere, mizah, bir yıkıcılıktır. Mizahçı kırgınlıklarını, nefretini, kinini, öfkesini, hıncını, bilinçli bir biçimde gerçekten yıkılması gereken hedefe yöneltebilir ve mizah silahını halk yararına kullanabilirse, bir olumlu yıkıcı olur.“
Bir diğer röportajında nasıl bu kadar çok kitap ve yazı yazdığı sorulduğunda verdiği cevap şöyle: “Yazı yazmayı seviyorum, ama geçimimi sağlamak için de çok yazı yazmak zorundaydım.“
Unutulmayan birkaç sözü
“Bir gün bu ülkenin başucuna bir not, yanağına bir öpücük kondurup gideceğim. Çok tatlı uyuyordun uyandırmaya kıyamadım diyeceğim.”
“İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur.”
“Koyun deyince kızan, koçum deyince sevinen tuhaf bir milletiz. Sanırsın ki koç koyunun erkeği değil de bilim adamı.”
Oğlu Ali Nesin’in babası hakkındaki bir değerlendirmesi
“Babam sosyalistti ama ben baktığım zaman babamın hayatına, sosyalizmin aslında ikinci planda kaldığını görüyorum. Babam halkçıydı. Halktan yanaydı. Eğer kapitalizmin halktan yana bir düzen olduğuna inansaydı kapitalist olurdu.”
Daktilo makinesi
Bir yazısında çok sevdiği daktilo makinesi için şunları yazmıştı. “On dokuz yıldan beri bu makineyle o kadar çok şey yazdım ki, hatta o kadar güzel şeyler yazdım ki, bu makine sanki benden bir parça oldu. Bana canlıymış gibi geliyor, bir iki hafta ondan ayrılınca bayağı özlüyorum makinemi. Burada yapı yerine hırsız girerse, en çok makinemi çalacak diye korkuyorum. Öbür çalınan her şeyi yerine koyabilirim, onları yeniden alabilirim. Ama bu makineyi bir daha satın alamam; tıpkı kolum, elim, parmaklarım gibi bir şey bu. Zavallı, öyle de eskidi ki, bir gün çok yaşlanır yada hastalanır yazamaz olursam, makinem kendiliğinden benim aklımdan geçenleri kağıda yazıverecek, bana yardım edecek. Benim olmadığım zamanlarda, bu daktilo makinesinin bulunduğu odadan daktilo sesleri duyarsanız, makineye geçirilmiş kağıtta yazılar görürseniz, hiç şaşmayın; makinem, benim yarım bıraktıklarımı, yazmadıklarımı yazıyor demektir. Bunca yıldan beri elbet benden ona, ondan bana bir şeyler geçmiştir. Daktilo makinem kadar, bu son on dokuz yıl içinde bana yakın hiç kimse olmadı; en yakın arkadaşım oldu. Bütün duygularımı, düşüncelerimi biliyor.”
Ölüm hakkındaki düşünceleri ve bir şiiri
Ölüm hakkındaki düşüncelerini şöyle özetlemiş: “Peki bu yetmiş yaşımda ben ne istiyorum? İstediğim tek şey var: Ölümü hak etmek... Ölen insanların pek çoğunun ölümü hak ederek ölmüş olduklarına inanmıyorum. Ölüm, insanın ulaşabileceği en üst düzey, en yüce, en ulu yer bence... Çünkü yaşamın en olgunluğunda ölüyoruz. Bu yüce, bu ulu, bu en üst düzeydeki yere layık olarak, ölümü hak ederek mi ölüyoruz? Hak edilmesi en zor şey ölümdür. Ben ölünce, ölümü hak etmiş olmayı isterim.”
Ölüm hakkında 29 Mayıs 1981 günü yazdığı “Son istek” adlı şiir: “Bitki olacaksam / Çayır çimen olayım / Aman baldıran değil / Yol altında kalacaksam / Gelin arabaları geçsin üstümden / Çelik paletler değil / Üstümde çocuklar koşuşsun / Ne kaçan ne kovalayan / Askerler değil / Kerpiç yapacaksanız beni / Okullarda kullanın / Cezaevlerinde değil / Soluğum tükenmez de kalırsa / Islık öttürsünler / Aman ha düdük değil / Kalem yapın beni kalem / Şiirler yazan sevi üstüne / Ölüm kararı değil / Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında / Sakın ola ki silahlarla değil.”
Bazı yazılarında kullandığı takma adları
Yakın arkadaşı Demirtaş Ceyhun'a göre, Aziz Nesin'in kullandığı takma adların sayısı 200'ü aşıyor. Bunlardan bazıları şöyle: A. N., Akbaba, Ayşe Gül, Bahri Filbahri, Bahri Filefil, Battal Bataner, Bedri Birdirbir, D. Kırat, Daver Devletlü, Falan, Falan Filan, Fettane Şatifil, Hakkı Haklar, Hakkı Hukuki, Hasan Dene de Gör, Hikayeci, İsmail Ateş, İzzet İzinde, Kasım Kahkah, Kerim Kihkih, Kerami Pestenkerani, Levazımcı Kazım, Naneyedibaşı, Şemsettin Şaşı, Nuri Hayat, Ord. Prof. Paf-Puf, Dr. Daim Değer, Oya Ateş, Öküz Aleyhisselam, Prof. Dr. A. Ayvacı, Prof. Tosun Okuyanlar Sağolsun, Recep Kinayi, Sarraf Mutasarrıf, Sıtkı Sırılsıklam, Sülüman Gider, Şaban Şabaner, Şakir Şıkırşıkır, Taki Zoraki, Vaiz El-Hac, Ömer Ölçer, Vedia Nesin, Yazar Bazen, Yüksel Damçık.
Aziz Nesin Vakfı
Aziz Nesin, kitaplarının satışı sebebiyle çok para kazanmaya başladığında, eşi Meral Çelen'in önerisiyle 1972'de Nesin Vakfını kurdu. Vakıfta, her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocukların bakım ve eğitimlerini üstlendi. Kitaplarından kazandığı parayı kurduğu vakfa harcadı. Kitaplarının tüm gelirini de Vakfa bıraktı. Kendisi de yoksul doğmuş, yoksul büyümüş ve yoksul yaşamıştı. Hiçbir zaman çok para kazanan varlıklı bir yazar gibi yaşamadı.
Nesin Vakfı’nın eğitim ilkeleri ve yöntemleri, Aziz Nesin’in eğitim konusundaki vasiyeti doğrultusunda oluşturulmuştu. Kendi kaleminden bu ilkeler şöyle sıralanmıştı: (1) Düşünen, araştıran, inceleyen, kuşku duyan, (2) Kendini ve çevresini sorgulayıp eleştiren, (3) Kendinin ve çevresinin sorunlarını görüp bu sorunlara çözüm arayan, (4) Günü gününe yaşamayıp hem geçmişi değerlendiren hem de geleceği ve geleceğin sorunlarını öngörmeye çalışan, (5) Kendinin ve başkalarının hakkını arayan, haksızlıklara karşı gelebilecek cesarete sahip, başkaları mutsuzken mutlu olamayan, yani toplumsal sorumluluğu olan, (6) Yetenek ve sınırlarının ayrımında, ama aynı zamanda bu yetenek ve sınırlarını zorlayan, kendini sürekli geliştiren ve yenileyen ve kendini yenilemenin zorluğunun bilincinde olan, (7) Bir iş üzerine yoğunlaşabilen, başladığı işi bitiren, zamanını doğru ve verimli kullanabilen, (8) Tükettiğinden çok üreten, kırıcı değil yapıcı olan, (9) Ayrımında olsun ya da olmasın, çözemediği, üstesinden gelemediği kişisel sorunlarını olumlu yönde yönlendirebilen, (10) Madden ve manen olabildiğince başkalarından ve koşullarından bağımsız, hayatta tek başına ayakta durabilen bireyler yetiştirmek.
Yazı kağıtları ve konfetiler
Demirtaş Ceyhun’dan bir anı: “İki yüzü de kullanılmamış bir kağıt parçasını buruşturup attığını görmemişimdir Aziz Nesin’in. Mutlaka her iki yüzü de kullanılacak. Kitaplarının prova baskılarını, düzeltmeler yapılıp bittikten sonra tomar tomar biriktirir. Arkalarına not tutar eski yazıyla. Öykülerinin, mektuplarının ilk yazımlarını, bir yüzü kullanılmış bu kağıtlara yazar. Bunu, cimriliğinin bir kanıtı diye değerlendirip yüzüne vuracak oldunuz mu da hemen atılır. "Yoo,” der “iki yüzü kullanıldıktan sonra da atmıyorum. Biriktiriyorum. Ya soba tutuşturmakta kullanıyorum ya masa filan silmekte..."
Demirtaş Ceyhun’dan bir başka anı: Bir gün [Aziz Nesin] Vakıf’ında, içi dolmuş kağıt delme aygıtını bir kül tablasına veya bir çöp sepetine boşaltmamasına tanık olduğumda, gerçekten şaşkınlıklar içinde kalmıştım. Yeni, daktiloya çekip bitirdiği bir kitabı mı dosyalayacaktı? Yoksa Vakıf kitaplığı için biriktirdiği belgeleri mi delecekti? Tam çıkaramıyorum. Kağıt delme aygıtıyla bir tomar kağıdı delecekti. Baktı, aygıtın içi dolmuş, iyi çalışmıyor bu yüzden. Hemen, Vakıf’ta ayak işlerine koşan kadına seslendi. Ağzı kapalı, özel olarak yapıldığı belli bir tahta kutu getirtti. Aygıtın içindekileri kutuya boşalttı özenle. Baktım, kutu yarı yarıya, renk renk, yuvarlak kağıtçıklarla dolu. Gerçekten dehşet içinde kaldım. Gözlerime inanamıyordum. “Ne olacak bunlar ağbi?” dedim. Doğal, olağan bir şeyden söz ediyormuş gibi; “Konfeti” dedi. “Ne konfetisi ağbi?” “Yazık” dedi. “Boşa mı gitsin bu güzelim kağıtçıklar? Bu kutuda biriktiriyorum, öğrenciler okullarını bitirince burada törenler yapacağız. İşte bu konfetileri de tören sırasında öğrencilerin üzerine serpeceğiz.”
Kitapları
Yazımın sonunda onun kitaplarını tanıtmam lazım. Ama o kadar çok kitabı var ki yazmaya kalksam bir bu kadar daha uzayacak. Başta öykü kitapları olmak üzere çeşitli konularda 110 kitabı var.
Turhan Selçuk’un ünlü çizgi romanı Abdülcanbaz’ın isim babası Aziz Nesin’dir. İlk macerasının konusunu da o yazmıştır.
UNESCO'nun yayınladığı dünya çeviri bibliyografyasına göre Aziz Nesin, Türkçe eser veren yazarlar arasında Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet'in ardından eserleri yabancı dillere en çok çevrilen dördüncü yazardır.
Birkaç son söz
Yazıma “Mümkün olduğu kadar kısa yazacağım” diye başladım ama o kadar dolu bir hayatı var ki, yine de uzunca bir yazı oldu. Burada kesiyorum. Nasıl olsa her kitaplıkta olduğu gibi Muhtarlığımızdaki kütüphanede de pek çok kitabını bulabilirsiniz. Tatilde veya sıkıntılı günlerinizde sizi hem güldürecek hem düşündürecek hem de mücadele azmi aşılayacaktır.
Kaynaklar
Aksoy, Metin (Yayına Hazırlayan), Ölümsüz Aziz Nesin, Cilt 1, ÇGD Yayınları, 1996.
Ceyhun, Demirtaş, Asılacak Adam Aziz Nesin, AD Yayıncılık, 1994.
Nesin, Ali, Gömüyü Arayan Adam, Fotoğraflarla Aziz Nesin’in Yaşam Öyküsü, Sel Yayıncılık, 1998.
Nesin, Aziz, Bir Sürgünün Anıları, Nesin Yayıncılık A. Ş., 2013 (İlk basım 1957).
Nesin, Aziz, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, Nesin Yayıncılık, 2017 (İlk basım 1966).
Nesin, Aziz, Poliste, Tekin Yayınevi, 1967.
Pervane, Esin, Yazmaya Yazgılı Bir Yazar, Aziz Nesin, Beşiktaş Belediyesi B+ Dergisi, Sonbahar 2015, Sayı 25.
Fotoğraflar
Çok küçük yaşta ölen kız kardeşi ile. (Kurdeleli olan Aziz Nesin) (1919).
Darüşşafaka’ya giriş kuralarının çekildiği mermer merdivende o yıllarda çekilmiş bir fotoğraf (1927).
Kuleli Askeri Lisesi 1934-1935 yılı Albümünün kapağı.
Mezuniyet albümünde Aziz Nesin (850 Nusret) (1935).
Harp Okulunda barfikste (1937).
Babası ile (1946).
Bursa sürgününde (1947).
Levent’te açtığı Oluş Kitabevi’nin ilk kitabı olarak, kapak tasarımı dahil her işini borçlanarak kendisinin yaptığı ve hiç satamadığı ilk kitabı (1954).
8 Mayıs 1961 günü Tanin gazetesinde yayınlanan ve babamın kesip sakladığı köşe yazısı.
Levent Çarşısı’nın 1950’li yıllardaki durumu.
Levent Çarşısında açtığı Oluş Kitabevi’nin bugün yerinde bulunan Yeni Eczane’nin duvarındaki plaket.
Nesin Vakfı’nın inşaatı sırasında işçiler ile (1972).
Zamanının çok büyük bir kısmını birlikte geçirdiği ünlü daktilosu ile
Olgunluk yıllarına ait son fotoğraflarından biri
Comments