Tedirgin bekleyiş
Merhaba, size biraz kendimden bahsedeyim. Kısa boylu tıknaz biriyim, hantal halimi
görenler kaba saba olduğumu bile söylerler. Ama aldanmayın siz onlara, çok çalışkanımdır
aslında. Havaya girdim mi, gözüm işten başkasını görmez. Çalışırken duyanlar fabrikaya
geldim sanır. Uzun saatler çalışmaya eskisi kadar katlanamazsam da hala iyi iş çıkarırım.
Okumayı çok severim ben, gözlerim biraz bozulsa da, her gün sayfalar dolusu okurum,
ama ne olursa; öykü de okurum, dilekçe de, tapu da; denk düşerse yasak yayın bile
okurum. En çok boşanma dilekçelerini okumayı severim. Öyle karakterler öyle olaylar
vardır ki orada, değme romanlarda bulamazsın. Bir sayfada başlayıp biten öyküleri de
severim; öyle cezveden sütü taşırmış gibi lafını uzatanları sevmem.
Biliyor musunuz, bir de çok hızlı okurum; saniyede 10200 kelime falan okuyabiliyorum.
Hadi ordan diyeceksiniz şimdi. Hızlı okuma ve yazma kursuna gittim ben, hem de yurtdışına,
Japonya’ya. Orada çok iyi hocalardan ders aldım; üstelik her dilde okumayı öğrettiler bana.
İşine saygı duymayı da orada öğrendim aslında. Derse başlamadan önce hocaların her
biriyle tek tek selamlaşırdık, 15 dakika falan sürerdi o selamlaşma. Sonra bir başlardık
çalışmaya, imparatorluğun güneşini batırana dek durmadan çalışırdık. Çok da iyi yazarım bu
arada; okuduğum hiçbir şeyi unutmam, kelime sektirmeden yazabilirim. Yani bence öyle.
Burada doğdum ben, sanayi mahallesinde, biraz zor olmuş doğumum, anlatanlara bakılırsa
3-5 yıl sürmüş. Ailenin ilk çocuğuyum, bizimkiler anne baba olmayı bende öğrenmişler
sanırım. Biraz çocukluğumu yaşar, keyif ederim derken, hemen çalışmaya koşmuşlar beni.
Burada çocuk yaşta çalışmak suç değilmiş galiba; sokakta çalışan bir sürü çocuk geçiyor
pencerenin önünden, onlar hangi memleketten tam bilemiyorum gerçi.
Koyu gri gökyüzü yere inmiş gibi basık, tozlu bir dükkanda çalışıyorum. Mesaim diğer
arkadaşlarınki gibi sabahtan başlıyor, en geç sekiz buçukta işimin başında oluyorum.
Başta biraz ısınma alıştırmaları yapıyorum, Şefim ısınırken çok gürültü çıkardığımı
söylüyor, genellikle söylenir zaten, huysuz biri. Bazen o ani homurtuları duyunca
koltuğunda öyle bir sıçrıyor ki, sanırsın alttan biri çimdikliyor adamı.
Sabahları biraz aç oluyorum, ağaç yemeyi çok severim. Şefim hazır gıdadan şaşmaz, her
halde daha ucuza geliyor, ben de alıştım sonunda, yoksa istemez miyim sokaktan söküp
getirsin dal mal birşeyler. O ince gevrek şeyler var ya, onlardan bir oturuşta 100 tane
falan yiyorum. Gerçi eski beyaz parlak gevrekler daha bir lezzetliydi sanki, şimdikilerde
eski tad yok.
Bazen o kadar çok işim oluyor ki, kan ter içinde kalıyorum. Şefin de hiç acıması yok,
kimseyi geri çevirmiyor, herkesle görüştürüyor beni. Okumak kolay da yazmak yoruyor.
Bazen takatim kalmıyor, ağlamaya başlıyorum. Ağlarken öyle bir gıcırdıyorum ki Şefim bile
korkuyor, molaya çıkarıyor beni. Onun derdi, beni yatıştırmak değil tabii: Hepten
depresyona girip rapor almamdan korkuyor.
Geçen gün hastalandım, kum dökmeye başladım, öyle böyle değil, Derken böbreğim
çalışmaz oldu. İşe çıkamadım, öylece yattım. Şefin yüzü buhar kazanına döndü, gözleriyle
nişan almıştı, her an birisini vurabilirdi. On gün böbrek bekledik, Japonya’dan. Burada bana
uyan böbrek bulunmuyormuş artık, illa Japonya’dan gelecekmiş. Beklemek bana iyi geldi,
dinlendim, ama Şef için aynısını söyleyemeyeceğim; adam on günde denizde boyaları
kavlamış ahşap tekne gibi on yaş ihtiyarladı.
Bu aralar biraz dalgınım, canım da sıkkın. Dükkanda yeni birinin işe başlayacağını duydum;
beni eskisi kadar dinamik bulmuyorlarmış, yokuş tırmanan kamyon gibi ağırmışım, her
fırsatta oturacak bir yer arıyormuşum, yazım artık güzel değilmiş, falan. “Takma kafana”
diyorum kendi kendime, “Kimler geldi geçti buralardan, yeni olmak marifet değil.” Bir ara,
kısa boylu, ince, yerinde duramayan, pire gibi zıp zıp koşturan genç bir kız gelmişti. Buna
işini çok hızlı yapıyor diye habire iş yığıyorlardı. Bir aya kalmadan rahatsızlandı, hastaneye
kaldırdılar, bir daha da geri dönmedi.
Burası aslında eğlenceli bir yer. Gelen geçenin haddi hesabı yok. Geçenlerde gençten biri
geldi, burnu biraz havada bir tip. Şefle biraz sohbet ettiler. Şef buna “Ne iş yapıyorsun?”
diye sordu. Bu da “Yazarım” dedi. “Ne yazıyorsun?” dedi, “Ne olursa” dedi. “Nasıl yani?”
dedi, “Öyle işte” dedi. Geçen bir mizah öyküsü yazmış, yani başlığına öyle yazdığı için
mizah öyküsü diyorum: Adamın birine sokakta yürürken gördüklerini anlattırmış. Araya da
medeniyetle çatışma falan bir şeyler sıkıştırmış. Görsen nasıl ciddi bir öykü. Başlığına da
“Medeniyetle Şaka Olmaz” yazmış. Bir gün ayrılırsam burayı çok özleyeceğim!
TAkar, Aralık 2023, Nesne gözünden öykü
Şehir Efendisi
Orta yaşlı bir adamla genç bir motosikletli iki sokağı birbirine bağlayan dar yaya geçidinde
karşılaşırlar.
-Hop! Yavaş! Ne işin var senin burada?
-Tanışıyor muyuz babacık?
-Karşılaştığımızı hiç sanmıyorum, ne bizim ailede ne de bu mahallede senin kadar densizi
bulunmaz.
-Buralısınız herhalde?
-Nereden çıkardın bunu?
-Bu kadar kabası ancak bu mahallede bulunur, oradan bildim.
-Asıl kaba olan sensin, yaya yolundan motorla geçiyorsun.
-Müşteriye yemeğini yetiştirmeye çalışıyorum.
-Ha öyle mi, hep bu kadar çalışkan mıydın?
-Evet çalışkandım, hala öyleyim.
-Müşteriye yemeğini yetiştirdin, ne oluyor? Yarısını seninle mi paylaşıyor?
-Ödül kazanıyorum.
-Ne ödülü?
-Yıldız kazanıyorum, müşteri şikayet etmezse bir yıldız, beğenirse iki yıldız kazanıyorum.
-Yıldız topluyorsun yani, okuma yazma söken öğrenciler gibi, aferin, deniz yıldızı mı bari?
-Babacık?
-Hem senin bu koşuşturmadan müşterinin kazancı ne oluyor?
-Karnı aç beklememiş oluyor.
-Oh, bravo, aç aslanı da ortak aldın yanına, birlik olmuş yolumu kesiyorsunuz.
-İkimize de yetecek kadar yer var burada, niye sorun ediyorsun babacık?
-Yer var diye gel bizim evde yat bari, kural diye bir şey var herhalde.
-Hani nerede var, bu şehirde kural mı kalmış?
-Senin gibiler boza boza kalmadı tabii. Şuna bak, kuralsızlıktan şikayet eden de kuralı bozan!
-Herkes uysun, ben de uyarım kurallara.
-Öylesine herkes uyar.
-Kimsenin uymadığı kurala ben niye uyayım?
-Evladım, kurala kural öyle diye uyulur. Çoğunluk yapıyor mu diye bakılmaz. İşine gelip
gelmediğine de bakılmaz.
-Hiç bir şeyi sorgulamayalım mı yani?
-Sorgulamanın da bir adabı var. Hem kurala uymayınca sorgulamış mı oluyorsun?
-Kurala uyarsam sorguladığım nasıl anlaşılacak?
-Hepinizin kafa aynı çalışıyor.
-Uzattın ama babacık, sanki babamla konuşuyorum.
-Baban burada olsaydı onunla da konuşacaklarım vardı.
-Ne diyecektin, bana söyle.
-Sana niye sahip çıkmamış onu soracaktım?
-Nasıl sahip çıkacaktı?
-Okutsaymış ya seni.
-Üniversite son sınıftayım ben, yaza mezun oluyorum.
-Üstelik bir de okumuşu çıktı karşımıza. Görgüsüzün okumuşundan korkacaksın.
-Sen hiç sahilde yürümeye gidiyor musun babacık?
-Gidiyorum.
-Kıyıda balık tutanlarla karşılaşıyor musun?
-Karşılaşıyorum.
-Yürürken hiç oltanın ipine takıldığın olmuyor mu?
-Oluyor.
-Ne yapıyorsun o zaman, yine ne işiniz var sizin burada diye soruyor musun?
-Soracağım bir gün sormasına da daha sormadım.
-Niye sormadın babacık, balıkları görünce selam durasın mı geliyor?
-Edepsizlik etme!
-Etmiyorum, sen bana cevap ver.
-Onlar kalabalık ama.
-Balıkçılar keyif için kıyıyı kapatır tek laf etmezsin, biz ekmek parası tüm gün motor üstünde
mabadı terletiriz, gelir çatarsın. Senin yaptığına ne derler biliyor musun?
-Bir şey mi derler?
-Evet derler.
-Hadi uzatma artık, yoluna, müşterinin yemeğini soğutma!
TAkar, Kasım 2023, Skeç - diyaloglar
Doğduğum büyüdüğüm okuduğum çalışmaya başladığım kent Ankara. Yolum sonradan İstanbul’a düştü, yedi seneyi aşan bir süredir İstanbullu, Konaklar Mahalleliyim. Öğrenimim Elektrik-Elektronik Mühendisliği üzerine. Çalışma hayatım boyunca mesleğimle ilgili bir alanda, iletişim sektöründe çalıştım. Son zamanlarda biraz ara verdim. Hayatın zaman ayırmaya fırsat vermediği alanlarında dolaşmakla meşgulüm
Comments